Hakkında

  • CEVDET LAÇİNKAYA 13 Yazı

    Tüm Yazıları
Bir Daireye Füze, Bir Coğrafyaya Karanlık

Ortadoğu bir kez daha alev içinde. İran ve İsrail arasında tırmanan çatışma, yalnızca askeri bir gerilim değil, yıllardır biriken siyasal, ideolojik ve kültürel çarpışmanın dışavurumu. Roketler havada, açıklamalar ekranlarda patlıyor. Ancak tüm bu kaosun ortasında, haritanın köşesinde nokta kadar yer kaplayan İsrail’in, çevresindeki devasa Müslüman coğrafyaya nasıl yön verdiğini görmek gerek.

Daha önce Hizbullah militanlarının cebindeki iletişim araçlarını patlatarak örgütü yok olma aşamasına getiren İsrail, şimdi de İran'ın çeşitli yerlerinde yaptığı nokta atışı füze saldırılarıyla ağızları açık bırakıyor. Düşünün, Tahran’ın göbeğindeki çok katlı bir binada sadece hedef alınan daireye bomba düşüyor ve ne üst kat yıkılıyor
ne de alt kat. Nokta atışı. Sadece hedef, sadece hedefteki kişi. Ne bir cam fazla, ne bir duvar eksik. Bir ülkenin bu düzeyde isabetli, bu kadar “temiz” bir operasyon yapabilmesi yalnızca silahla açıklanamaz. Bu, aklın, disiplinin ve bilimsel eğitimin ürünüdür.

İsrail’in yıllardır uyguladığı şiddet politikalarının, Gazze’de ve Batı Şeria’da dökülen her damla kanın, yerinden edilen her insanın karşısındayım. Bu yazı İsrail’i aklamıyor. Aksine, Müslüman dünyasının neden bu denli geri ve pasif kaldığını sorguluyor.

Müslüman halklar, her saldırı sonrası birilerini “mazlumlar” diye bağrına basar. Ama şu gerçeği artık görmek zorundayız: O “mazlum” halkları bu hale düşüren, onları bu denli savunmasız bırakan dış güçlerden önce kendi içimizdeki karanlıktır.

Çünkü biz çocuklarımıza sorgulamayı değil itaati öğrettik. Akılla değil duayla yönetmeyi tercih ettik. Okulları bilim yuvası değil, dogmatik istasyonlara çevirdik. Herkesin eşit doğduğu bu çağda, İsrail laboratuvarlar kurarken biz müfredatta evrimi yasakladık. Onlar uzayı tararken biz hâlâ cehennem tasviriyle çocuk korkutuyoruz.

Bugün Ortadoğu haritasına baktığınızda İsrail küçücük bir lekedir. Ama iş eğitime, teknolojiye, stratejiye geldiğinde koskoca Müslüman coğrafyanın üstünde bir gölge gibi duruyor. Oysa bu coğrafya, tarihte medeniyetin merkeziydi. Bağdat’ta gökyüzü izlenir, Kurtuba’da tıp öğretilir, Semerkand’da matematik yazılırdı. Biz unuttuk; onlar çalıştı. "Benim dedem sıfırı bulmasaydı" diyerek geçmişle övünmenin de bugüne faydası yok. Dedemiz sıfırı buldu belki ama aradan geçen yüzlerce yılda biz sıfırı tükettik.

Peki bugün Ortadoğu coğrafyasında İsrail nasıl bu kadar güçlü de, biz nasıl bu kadar zayıf kaldık?

Cevap basit ama acı: Çünkü bizi yönetenler, çağdaşlığı tehlike, bilimi düşman, özgür düşünceyi sapkınlık ilan etti. Sorgulayan insan yerine, teslim olan kitleler istediler. Din, ruhu özgürleştirmek için değil, kitleyi yönetmek için kullanıldı. Bugün hâlâ eğitime imam vasıtasıyla müdahale ediliyor. Oysa imamın görevi ibadet rehberliği yapmaktır, savaş stratejisi üretmek değil.

Eğer bir gün gerçekten barış istiyorsak, sadece füzeleri değil, zihinsel geri kalmışlığı da bir dur demek zorundayız. Çünkü asıl savaş, toprakta değil; zihinlerde veriliyor. İsrail’in bir daireye bomba atıp diğerine zarar vermemesinin ardında yılların sistemli eğitimi varsa, bizim her bombayla birlikte kendimizi biraz daha kaybediyor olmamızın ardında da yılların eğitimsizliği var.

Ve unutmayalım: “Mazlum” olmak kader değil, bir tercihin sonucu olabilir. Eğer çocuklarımıza bilimsel düşünceyi vermezsek, onları sonsuza dek ağlayan halkların arasına hapsederiz. Ne demişti Hacı Bektaş-ı Veli; "İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır."

Aydınlık günleriniz olsun.

Devamı
Komünist Nazım’ın Türkçü Sevdalısı: Abbas Abdulla

Bir gün Alsancak’ta, Kadim Abi’nin sahafında eşim için Rusça kitaplar karıştırıyorduk. Tozlu rafların arasında elime Kiril alfabesiyle ama Azerbaycan Türkçesi’nde yazılmış ince bir kitap geçti: Üzü Dan Yerine – yazarı Abbas Abdulla. İsmini daha önce hiç duymamıştım.

Kitabın kapağını açar açmaz el yazısıyla yazılmış, içten mi içten bir ithaf karşıma çıktı:
"Kardeşim Maraş Bey! Sizi düşümde gördüm, hayatta buldum. Bakü'ye mutlaka beklerim"
(Muhtemelen İzmirli piyanist şantö Maraş Nacaroğlu olduğunu düşünüyorum bu kişinin)

Altında açık adres, telefon numarası... Kalpten dökülmüş cümleler. Bu kadar içten yazılmış bir ithafla sahaf rafına düşmek... İçim burkuldu. Kitap artık bir edebi metin değil, bir hikâyeye dönüşmüştü.

Kitabı Kerim Abi’ye gösterdim, “Bu yazarı bulacağım,” dedim. Fotoğrafına şöyle bir baktı: “Çoktan ölmüştür bence,” dedi. Bu umut kırıcı bir yaklaşımdı ama beni durdurmadı.

Eve gelir gelmez araştırmaya koyuldum. İnternette hakkında yazılmış birkaç yazı buldum. Ne bulduysam gözüm parlayarak okudum. Ve işte orada... Nazım Hikmet’in öğrencilik döneminde Bakü’ye yaptığı ziyaretlerden birinde, genç bir öğrenciyle karşılaştığı anlatılıyordu. O gün orada olanlardan biri, şairin bir öğrenciye ismini sorduğunu, öğrencinin de soyadını Rusça’daki gibi -ev, -ov ekiyle bitirdiğini aktarıyordu. Öğrencinin adı neydi, şimdi hatırlamıyorum — belki Hüseynov, belki başka bir şey... Ama Nazım, o anda durmuş ve şöyle demişti:
“Sen Hüseynov değilsin. Hüseyinoğlusun. Türklüğünü unutma!”

Bu söz, o gün orada olan ya da olmayan birçok gencin belleğine kazınmış. Kulaktan kulağa yayılmış, okullarda fısıltı gibi dolaşmış.

Ve bu cümle, Abbas Abdulla’nın zihninde bir çakmaktaşı gibi çakmış. O günden sonra Sovyetler’in karmaşık ideolojik yapısı içinde kendi Türk kimliğini inşa etmeye koyulmuş. Türkçü olmuş ama bir komünistten ilham alarak...

Bir çelişki mi? Belki. Ama Abbas Abdulla’nın — ya da Türkiye’de zaman zaman kullandığı biçimiyle Abbas Abdullah’ın — hayatı bu çelişkinin etrafında örülmüş bir şiir gibiydi.

Asıl adı Abbas Acalov’du. Gürcistan’ın, Azerbaycan Türklerinin yoğun olarak yaşadığı Borçalı bölgesinde, Bolnisi kentinin Kepenekçi köyünde doğmuştu. Sovyet döneminde babasının adı olan “Abdulla”yı soyadı gibi kullanmış; ancak 1980'li yılların sonlarında resmi soyadını “Hacaloğlu” olarak değiştirmişti. Bu isim değişikliği, kimliğini daha açık şekilde sahiplenmenin bir yoluydu onun için.

Sovyetler yıkıldıktan sonra Türkiye’ye, Azerbaycan’ın İstanbul başkonsolosu olarak atandı.

Ve sonra... Şairin yakın dostu Yücel Feyzioğlu’nun aktardığına göre, Alparslan Türkeş’in de olduğu bir MHP toplantısında Nazım’a küfrediliyordu. Tam o sırada Abbas Abdullah, Alparslan Türkeş’in genel başkan olduğu salonda kürsüye çıkıyor ve Nazım’ı savunuyordu:
“Siz dostunuzu da düşmanınızı da bilmiyorsunuz!” diye haykırıyor ve ardından da toplantıyı terk ediyordu. Hatırlarsanız o yıllarda Türkeş bir MHP kurultayında Nazım Hikmet’in Hasret şiirini okumuş ve ülkede bir şok etkisi yaratmıştı. İşte Feyzioğlu, Türkeş’in o şiiri Abbas Abdullah’ın gönlünü almak için okuduğunu da iddia ediyordu.

Bunları okuyunca artık onu tanımam gerektiğini düşündüm. Arkadaşlarımı devreye sokup kitabın arkasındaki telefon numarasını kontrol ettim. Yıllar içinde sadece başına bir “4” gelmişti. Aynı numaraydı. Titreyen ellerimle aradım.

Kulağı biraz ağır işitiyordu ama sesi sıcaktı. Her soruma içtenlikle yanıt verdi. Sovyetlerin yetiştirdiği kuşağın sade, gösterişsiz ama derinlikli haliyle konuşuyordu. Cevaplarındaki tevazu, bugünün tumturaklı kelimeleriyle kıyaslanamazdı.

Adresimi istedi. Bir süre sonra postaneden kendi elleriyle yazdığı, Nazım üzerine düşüncelerini ve onun “Türkçülüğü uyandıran” sözlerini içeren küçük bir kitapçık geldi. Kitapçığın içinde şu cümle özellikle dikkatimi çekti:
“Ben Nazım’ı Türk gibi tanımışım, Türk gibi sevmişim. Sovyetlerde ‘Türk’ sözcüğü bizim için yasaklanırken, Nazım bunu var sesiyle ilan ediyordu.”

Abbas Abdulla, Nazım’la ilk karşılaşmalarını da anlatıyordu o kitapçıkta. Nazım’ı ilk kez 1958 yılında, henüz üniversite birinci sınıf öğrencisiyken görmüştü. Mirza Fetali Akhundov’un sanat hayatına dair düzenlenen yıldönümü etkinliğinde (Azerbaycan Türkçesi’nde bu tür anma ve kutlamalara “yubiley” denir), ünlü yazarlar ve şairler kürsüye çıkıp konuşmalar yapıyordu. Nazım da sahneye çıkmış, o dönemde herkesin “Akhundov” diyerek andığı yazar için ısrarla “Akhundzade” demişti. Bir keresinde yanlışlıkla “Akhundov” deyince sahnenin kenarına tükürüp, düzelterek “Akhundzade!” diye tekrar etmişti. Bu tutum, Abbas’ın zihninde derin bir iz bırakmıştı. O gün, yalnızca bir şair değil, bir duruş görmüştü karşısında.

Bu yaşadıkları, Abbas Abdullah’ı Türklük bilincine olduğu kadar Nazım’a da bağlıyordu. Türkiye’de kendine Türkçü diyen bazı kişiler tarafından hainlikle suçlanan Nazım, Bakü’de bu genç yüreğe Türkçülük tohumları ekiyordu.

Ve bende arşa çıkan bu tanışma isteğini gerçekleştirmek için artık işe koyuldum. Bir an önce Bakü’ye gitmeliydim ve ondan Nazım’ı uzun uzun dinlemeliydim. Sonra yaz tatilinde Bakü’ye biletimi aldım ve kendisine hediye etmek için Nazım Hikmet desenli bir duvar halısı satın aldım. O kadar heyecanlıydım ki… Ama maalesef görüşme istediğim gibi olmadı. Ben Bakü trafiğinde biraz gecikmiş, onun da hastane randevusu gelmişti. Halıya çok sevindi ama uzun uzun konuşamadık. İçimde kalanlardan biri de budur.

Sonra belgeselini çekmek istedim. Yönetmen arkadaşım Erdinç’le Bakü’ye gidip kameralara bu kıymetli insanı anlatacaktık. Azerbaycan’daki gazeteci abilerimi de arayıp bilgi toplamaya başlamıştım. Söyledim de ona bu fikrimi. O da çok memnun olmuştu. Ama... nasip olmadı.

Tam o dönemde babamın ani gelişen bir rahatsızlığıyla sarsıldım. Yaşadığım şokla dünyayla ilişkimi kestim. Uzun süre telefon bile kullanmadım. Ne yazık ki bu süreçte Abbas Abdullah’la da bağım koptu. Ve babamdan kısa bir süre sonra da; 2019 yılının Eylül’ünde Abbas Abdullah’ı kaybettiğimizi öğrendim.

Oysa elimde, sesini, yüzünü, düşüncesini belgelemek için zaman varken, zamansızlığın içine düşmüştüm. İçimde kalanlardan biri de budur.

Bugün 3 Haziran. Nazım Hikmet’in ölüm yıldönümü. Yıllar önce Moskova’da kalp yetmezliğiyle hayata veda eden komünist şairin ardından binlerce yazı yazıldı. Ama ben bugün onu, Bakü’de Türkçü düşüncelerine ilham olduğu Abbas Abdullah ile anmak ve yazımı Abdullah’ın şiiriyle bitirmek istedim:

Göğsüne kurşun mu değdi
Vatan savaşında
Gurbet mi dağladı içini
Genç yaşında?
Boğaziçi’nde mi kaldı gözlerin?!
Yazık kardeşim!
Vatan, vatan demekten
Sende sabır mı kaldı?!
Neredesin şimdi?
Neredesin babam, dedem?
Toprağın ateş olup yanıyor mu?
Hasretten yine gözlerin buğulanıyor mu?
Kabrini nereye kazayım?
Hey gidi dünya!
Hey gidi Nazım!


Ruhları şad olsun.

Devamı
Ah Ulan Rıza

Yusuf Hayaloğlu Ah ulan Rıza şiirini ölen bir arkadaşı için yazmıştı ama ben bu başlığı yaşayan ve Anadolu'nun ücra bir köyünde dostluğu, misafirperverliği ve insanlığı yaşatan biri için yazdım.

Bazı insanlar, haritada bir nokta gibi görünen kasabalara bir ömür sığdırır. Öyle sessiz yaşarlar ki; bir gün onların hikâyesine tanık olduğunuzda anlarsınız, sessizlikleri aslında ne çok şey anlatıyormuş. Rıza işte o adamlardan biri.

Onu ilk kez 2018 yılında, İstanbul’da tanıdım. Maraş’ın Pazarcık ilçesinden, Narlı’dan kalkıp gelmişti. Yurt dışından gelen bir akrabasının tedavisi için günlerce İstanbul’da kaldı. İşini gücünü bırakmıştı ama yüzünde ne yorgunluk, ne şikâyet… Sanki insan olmak onun için sadece günlük bir alışkanlıktı. Öyle doğal, öyle içten.

Geçtiğimiz günlerde ben misafir oldum ona, bu kez Narlı’da. Sabahın erken saatlerinde uyanıp traktör sesleriyle karışık horoz ötüşlerinin arasında hazırlanan kahvaltıda, o eski Anadolu insanını gördüm. Sadece sofrada değil, tüm hayatında. O eski insanlar ki, bir söz verdiler mi tutar, biri hastaysa yanında olur, biri çaresizse “hadi kalk” dercesine omzuna dokunurlar. Rıza, işte onlardan biri. Hem de en hasından.

Narlı’da uzun yıllardır çiftçilik yapıyor. Tarlanın toprağını tanır, rüzgârın yönünü okur, yağmurun ne zaman geleceğini yüzüne düşen havadan bilir. Ama asıl becerisi, insana dokunmakta. Pazarcık’tan Avrupa’ya göçlerin yoğunlaştığı yıllarda, nice insanın elinden tutmuş. Sadece maddi destek değildi onunkisi üstelik, yol yordam da göstermişti çoğuna.

Bugün hâlâ Narlı’da birinin başına bir şey gelse, ilk aranan odur. Kimin hastaneye işi düşse, kimin havaalanına gitmesi gerekse, şehir dışından biri gelse ya da yurtdışından bir akraba gelse… Hepsi önce Rıza’yı arar. Çünkü bilirler ki, Rıza hem yolu bilir hem gönlü. Maraş’ta nerede ne yenir? En iyi kebap nerede, en güzel tatlı nerede yapılır? Rıza’ya sorulur. Çünkü o sadece rehber değildir; yerel bir gurmedir aynı zamanda.

Antep-Narlı ya da Maraş-Narlı hattı… Bazılarının yılda bir gideceği yolu, Rıza günde iki-üç defa kateder. Ne “yoruldum” der, ne “of” çeker. Yolda geçen vakti, insanlara ulaşmanın, yüklerini hafifletmenin bir fırsatı sayar. Ve ne zaman bir düğün, bir cenaze, bir organizasyon çıksa; herkes “Rıza halleder” diye bakar. Çünkü gerçekten halleder.

Ama bir huyu var ki, onu tanıyan herkes bilir: Misafire elini cebe attırmaz. Bu yüzden onunla dışarı çıkmanın tek bedeli, boynuna borç bir minnettarlık hissidir. O da “sen misafirsin” der, geçer gider.

Rıza, bozulmamış bir Anadolu’nun yaşayan örneğidir. Gönül genişliği, yardımseverliği, mahcubiyeti, çalışkanlığı… Onda gördüğünüz her şey, aslında bu toprakların hafızasında vardı bir zamanlar. Ama şimdilerde az rastlanır oldu.

Bu yazı, sadece Rıza’yı anlatmak için değil; onun gibi kalbiyle yaşayan insanlara vefa borcunu ödemek için yazıldı. Çünkü bazen bir adam, bir beldenin bütün vicdanını sırtlar. Ve biz, bu adamlara geç kalmadan teşekkür etmeliyiz.

Teşekkürler Rıza… Varlığınla insanlığımızı hatırlattığın için.

Devamı
Senin kocan kaç para alıyor?

Bu soru yaşadığım bölgenin en sıradan, en sinsi cümlesi.
Küçük gibi görünür ama büyük şeylerin habercisidir.
Yıkılan akrabalıkların, soğuyan komşulukların, içten içe büyüyen kıskançlıkların taşıyıcısıdır.

Köyde böyle sorular sorulmazdı. Çünkü kimsenin kocası “çok para kazanmıyordu”.
Herkesin kocası aynıydı: ot biçen, sahip olunan 2 koyuna çobanlık yapan, akşam eve yorgun dönen bir adam.

Doğu’nun dağ köylerinde herkesin evi yıkık, sıvası döküktü. Herkesin koyunu cılız, ekmeği sertti. Ama herkes birbirine eşitti.
Kimsenin ötekine üstünlüğü yoktu. Çünkü kimse, diğerinden fazla bir şeye sahip değildi.

Ama şehir bunu değiştirdi.

Şehir, aynı kökten gelen insanların arasına kazanç farkı soktu
Birisi bir kamu kurumuna girer, öteki gündelik işlerde sürünür.
Biri krediyle ev alır, öteki hâlâ kirayı zor öder.
Ve herkes, kendi kazandığına değil, başkasının ne kazandığına bakar.
İşte tam o anda sorulur o cümle:
“Senin kocan kaç para alıyor?”

Bu soru aslında cevap için sorulmaz.
O bir sitemin, bir iç sıkışmasının dışavurumudur.

Çünkü burada mesele para değildir.
Mesele, onun kazancı karşısında gelen değersizlik hissidir.
Bir zamanlar eşit olduğun biriyle arandaki farkın açılmasını kabullenememektir.

Bu duygunun adını doğru koymak gerekir: Bu kıskançlık değil, bir zamanlar aynı sofrada oturduğun kişinin artık sana yüksekten bakmasından duyulan korkudur.
Kimi zaman bu gerçek değildir ama insan ruhu, eşitsizlik hissine karşı çok hassastır.

Ve ne yazık ki bu kırılma en çok yakınlar arasında olur.
Yabancının zenginliğine gıpta edilir; akrabanın kazancına ise öfke duyulur.
Çünkü kökler ortak, geçmiş birdir.
Birlikte yokluk yaşanmışsa, sonrasında zenginliğin eşit dağılmaması adaletsizlik gibi görünür.

Oysa hayatın adaleti, insanların duygusal terazisine göre çalışmaz.

Birbirini kollamakla yükümlü hisseden ama aynı anda birbirini gözetleyen, gözetlerken de yargılayan bu kuşaklar, şimdi şehirde, apartman boşluklarında eski eşitliğin hayalini kuruyor.

Ama farkında değiller:
O eşitlik, yoksullukla gelen bir zorunluluktu.
Şimdi ise eşitsizlik, şehirle gelen bir gerçekle yüzleşme.

Peki çözüm ne?

Belki de artık “Senin kocan kaç para alıyor?” demek yerine,
“Ben ne yapıyorum, nereye gidiyorum, kazancım ihtiyaçlarıma yetiyor mu?” diye sormak gerek.

Çünkü başkasının kazancı değil, insanın kendi yolculuğu onu hayatta tutar.

 

Devamı
Varoş Sosyeteliği

Bir elinde Starbucks bardağı, diğerinde TikTok kamerası. Üzerinde dev logolu bir çanta, ağzından dökülen birkaç “sofistike” kelime: “Aslında ben o çevreye ait değilim.”

Varoş sosyeteliği, sadece sınıfsal bir dönüşümün değil, yüzeysel bir yükselişin kibrini temsil ediyor. Alt sınıftan çıkıp üst sınıfa ulaşmak değil bu; daha ziyade, o sınıfa benzemeye çalışırken, derinlikten tamamen uzaklaşmak. Gösterişli bir sahtecilik.

“Ben ailemden farklıyım” sendromu

Bu profildeki birey, çoğu zaman ailesiyle kendi gelişimini kıyaslar. Annesi Türkçe bilmezken o düzgün konuşur, babası hiçbir okula gitmemişken o liseye kadar eğitim almıştır. Aile sofralarında iki çeşit yemek yapılırken, o YouTube’dan pesto soslu makarna yapmayı öğrenmiştir.

Fakat bu gelişimi toplumun geneliyle değil, sadece kendi çevresinin geride kalmışlığıyla kıyasladığı için, içinde dev bir üstünlük hissi doğar. “Ben farklıyım. Onlardan daha zekiyim. Daha kültürlüyüm.”

Ama ironik olan şu: Bu gelişim çoğu zaman sadece görünürde kalır. Kişi diksiyonunu geliştirir, yeni kıyafetler giyer, moda dergilerinden ezber yapar ama düşünce derinliği, eleştirel zihin, kültürel birikim hâlâ sığ bir havuzun içinde çırpınır.

Alt sınıf kibri, üst sınıf görgüsüzlüğü

Varoş sosyetesi, iki farklı dünyanın çarpık bir karışımıdır.
Alt sınıfın bastırılmışlığı ile üst sınıfın gösterişçiliğini aynı bedende taşır. Ama bu sentez bir entelektüel zenginlik değil, bir rol yapma sanatıdır.

Lüksü taklit eder ama anlamaz.
Kendine hayran olur ama nedenini bilmez.
Zekâyı küçümser ama “akıllıymış gibi” yapar.

Kendi ailesine karşı "gelişmiş" hisseden bu birey, bir süre sonra toplumun diğer kesimlerine de üstten bakma hakkını kendinde görür. Çünkü artık o, “eski mahallesinden sıyrılıp ışıl ışıl bir kimliğe bürünen” biridir. Zaten mesele de tam olarak bu kimlik yanılgısında başlar.

Neye benzemek istiyorsun, kim olduğunu biliyor musun?

Varoş sosyetesi aslında ne olduğunu bilmeyen ama neye benzemek istediğine çok fazla kafa yoran bir kitledir.
Gerçekten okumaz ama “okumuş gibi” konuşur.
Gerçekten üretmez ama “yoğunmuş gibi” görünür.
Gerçekten değişmemiştir ama değişmiş gibi yapar.

Ve her şeyin sonunda bir sahte özgüven sarmalına hapsolur: “Ben bir şey oldum ama ne olduğumu ben de tam bilmiyorum.”

Gerçek değişim içten gelir, kılık kıyafetten değil

Eğer değişmek istiyorsak, bu sadece görünüşle, diksiyonla ya da sosyal medya filtresiyle olmaz.
Gerçek dönüşüm, iç dünyamızı dürüstçe tanımakla başlar.
Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi küçümsemeden, sadece “daha iyisi” için adım atmakla olur.

Varoş sosyetesi, belki bir durak. Ama oraya yerleşen çok insan var. Ve ne yazık ki oradan geçenler değil, orada yaşayanlar toplumu gürültüyle dolduruyor.

Ayna tutanları bol olsun.

Devamı
BU HİKAYEDE ‘KAST’IM SENSİN

Göreve geldiğinde gerçekten iyi niyetliydi. Dosyalar birikmişti, sokaklar konuşuyordu, insanlar umutluydu. Her gün onlarca kişiyle tokalaşıyor, notlar alıyor, “buna hemen bakalım” diyordu. Ekibine “protokol bariyerlerini kaldırın, ben halkın arasında olacağım” talimatı vermişti. Makam odasının kapısı neredeyse hiç kapanmaz olmuştu. Herkese kulak veriyor, “artık işler değişecek” duygusunu yayıyordu çevresine.

 

Ama sonra…

Sonra sessizce bir çember örülmeye başlandı. Önce danışmanlarından biri “efendim herkesle bu kadar kolay temas kurmanız sizi yorar” dedi. Ardından bir diğeri, “efendim bazı insanlar size zarar verebilir, her söylenene kulak asmayın” diye ekledi. Sonra toplantılar azaldı. Randevular seyrekleşti. Herkesin erişebildiği siyasetçi, yavaş yavaş görünmez hale geldi. Görüşmeler artık birer filtreye takılıyordu. O filtre de, hep aynı adamlardı. Aynı yüzler, aynı sesler, aynı cümleler…

“Harikasınız efendim.”
“Halk size bayılıyor.”
“Liderliğiniz eşsiz.”

Siyasetçi farkında olmadan önce eleştiriyi kaybetti. Sonra gerçekliği. En sonunda da halkla arasındaki bağı. O dar ekip — kimsenin seçmediği, kimsenin tanımadığı ama her şeye karar veren o küçük kast — artık yönetimi ele almıştı. Siyasetçiyi dış dünyadan izole ettiler. Her talebi, her eleştiriyi süzgeçten geçirip ancak kendi işlerine geleni yansıttılar. Geri kalanlar “zaten art niyetli” ya da “rakiplerin oyunu” sayıldı.

Oysa dışarıda başka bir tablo oluşuyordu. Önce insanlar “çok yoğun, bize sıra gelmiyor” diyerek savundular. Sonra “eskisi gibi değil” dediler. Zaman geçtikçe cümleler sertleşti:
“Ulaşamıyoruz.”
“Dinlemiyor.”
“Bizden biri olmaktan çıktı.”

Ama içeride bunların hiçbiri duyulmuyordu. Çünkü içeride yankı vardı. Ve yankının sesi, gerçeğin sesinden daha yüksek çıkıyordu.

Bir zamanlar gazetelerde manşet olan ismi artık sadece resmi yazışmalarda geçiyordu. Önceden halkın omuzlarında yükselen siyasetçi, artık koruma şeritleriyle çevrelenmiş yalnız bir figürdü. Adı anıldığında gözler parlamıyor, dudaklar bükülüyordu. Oysa kimse ona düşman değildi. İnsanlar sadece kırgındı. Çünkü umut bağladıkları bir figür, kendi elleriyle ulaşılmaz hale gelmişti. Ve umut kırıklığı, öfkeye benzemezdi — sessiz olurdu. Soğuk, mesafeli, geri dönülemez…

Çember daraldıkça etkisi azaldı. Ekip içindeki birkaç kişi hâlâ onu alkışlıyordu ama o alkışların sahici olmadığını kendisi bile hissediyordu. Ne zaman kalabalıkların arasına karışsa bir gariplik oluyordu. Göz göze gelmemek için başlar eğiliyor, tokalaşmalar aceleye getiriliyordu. Kameralar dönse de kimse içten gülmüyordu artık. Çünkü herkes anlamıştı: O da gidenlerden biri olmuştu.

Ve herkesin hafızasında taptaze bir galeri vardı: Aynı koltuklarda oturmuş, aynı hevesle başlamış ama sonra aynı hataları yapmış isimler…
Kendilerini halktan üstün görmeye başladıkları anda çöküşleri başlamıştı.
Bugün arandıklarında açılmayan telefonlar onların…
Sokakta karşılaşıldığında görmezden gelinen gözler onların…
Selam verilmeyen, oturulan masalarda sandalyesi boş bırakılanlar hep onlar…

Bir zamanlar her şeyin merkezinde olanlar, şimdi en dış halkada bile yer bulamıyorlar. Geriye sadece birkaç kare fotoğraf kalmış. Bir de içten içe tekrar eden pişmanlık: “Acaba o zaman farklı davransaydık…”

Ama işte siyaset, zamanla unutmaz. Sessizce biriktirir. Ve zamanı geldiğinde, seni bir köşeye çeker ve aynayı yüzüne tutar.

Devamı
8 Mart Yaklaşırken; Kahrolsun mu Erkekler?

Bu başlığı espri amacıyla attım, hemen tepki göstermeyin!

Asıl eleştirdiğim konu, kadınlarla ilgili önemli günlerin ya da önemli etkinliklerin, bazı radikal feminist gruplarca  erkek düşmanlığına dönüştürülmeye çalışılması ve bunun günden güne normalleşmeye başlamasıdır.

Feminizm kavramının bu radikal kesimler tarafından erkek düşmanlığına evrilmeye çalışılması, her şeyden önce mücadelenin özüne zarar veriyor. Feminist hareket, kadınların eşit haklara sahip olmasını amaçlarken, radikal yaklaşımlar erkekleri dışlayarak, misandriyi (erkek düşmanlığını) normalleştirirken, kadın-erkek çatışmasını da derinleştirerek toplumsal uzlaşmayı zor hale getiriyor.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü'de zaten erkeklere karşı değil, adaletsiz sistemlere karşı verilen bir mücadelenin sonucudur. 1857’de New York’ta tekstil işçisi kadınlar, düşük ücretler ve kötü çalışma koşullarına karşı greve gittiklerinde, erkekleri reddetmek için değil, eşit haklar ve daha insanca çalışma koşulları için seslerini yükselttiler. Bu tarihi gerçek, kadın hakları mücadelesinin erkeklere karşı değil, toplumsal adalet için verildiğini göstermiyor mu?

Toplumsal şiddetin büyük bir kısmının faili erkekler olsa da, bunun nedeni erkek olmaları değil, toplumun yanlış yetiştirme pratikleridir. Küçük yaşlardan itibaren erkek çocuklara duygularını bastırmaları ve sert olmaları gerektiği öğretilirken, empati ve şefkat gibi değerler geri plana atılıyor. Bu da yetişkin bireylerde şiddete eğilimli bir zihniyetin oluşmasına neden oluyor. Yani aslında erkeği şiddete götüren cinsiyeti değil, yanlış toplumsal kodlamalar ve eğitim eksikliği oluyor.

Ama bakın, ettiğim bunca şikayetten sonra dün katıldığım bir etkinlik bana umut verdi. Çiğli Belediyesi'nin düzenlediği Yerel Eşitlik Eylem Planı Lansmanı'na konuşmacı olarak katılan CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Asu Kaya’nın "Biz insan hakları mücadelesini olduğu kadar, kadın hakları mücadelesinde eşitlikçi erkek yoldaşlarımızla yapıyoruz" söylemi çok hoş ve umut vericiydi.  Kaya'nın erkekleri dışlamak yerine, kadın mücadelesine destek veren, eşitlikçi yoldaşlar olarak nitelendirmesi, toplumsal eşitlik fikrini güçlendiren bir tavır oldu bence. Kadın haklarının sadece kadınlar tarafından savunulacak bir mesele olmadığı, toplumun tüm kesimlerinin ortak bir şekilde bu mücadeleyi desteklemesi gerektiği gerçeği Kaya'nın ağzından inci gibi dökülüp, karşılığını buldu. Erkeği bir hedef olarak gösterip, vurguyu sürekli "erkeklik" üzerine yapmaktansa, bu tür kapsayıcı ve birleştirici yaklaşımlar, cinsiyet eşitliği mücadelesinin başarısını artıracak, kadın-erkek arasındaki kutuplaşmaları azaltacaktır. Asu Kaya’nın yaptığı gibi kadın haklarının insan hakları olduğu anlayışının yaygınlaşması, erkeklerin de bu sürecin bir parçası olmalarının teşvik edilmesi, toplumsal dönüşüm açısından büyük bir öneme sahiptir ve bu tür söylemler arttıkça, toplumda cinsiyetler arası iş birliği gelişecek ve daha sağlıklı bir toplumsal yapı inşa edilecektir.

Ayrıca, cinsiyet eşitliği konusuna hassasiyetle yaklaşan ve dünkü etkinliği düzenleyen Çiğli Belediye Başkanı Onur Emrah Yıldız’ı da tebrik etmek gerekir. Cinsiyet eşitliği konusunda sürekli çalışmalar yapan ve bunu kendi yönettiği kurumda da uygulamaya sokan Yıldız'ın, eski eşi tarafından silahlı saldırıya uğrayan Özge Polat’ın adını bir kütüphaneye vererek kadına yönelik şiddete karşı net bir duruş sergilemesi bütün belediye başkanlarının örnek alması gereken bir davranış. Kadın hakları konusunda gösterdiği duyarlılık ve Asu Kaya gibi kapsayıcı söylemleri destekleyen önemli kişileri etkinliklere davet etmesi, yerel yönetimlerin de toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda ne denli katkı sağlayabileceğini gösteriyor. Bu tür bilinçli ve duyarlı yaklaşımlar arttıkça, toplumsal eşitlik mücadelesinin daha da güçleneceğine inanıyorum.

Son olarak sözlerimi aktivist bir oyuncu olan Emma Watson'un Birleşmiş Millletler'de oturumunda dile getirdiği "Kadın erkek eşitliği bir kadın meselesi değil, bir insanlık meselesidir. Kadınlar ve erkekler omuz omuza vermedikçe gerçek eşitlik sağlanamaz." sözleriyle tamamlamak istiyorum.

8 Mart Kadınlar Günü'nü şimdiden kutlarım.

Devamı
Ehline düşen ziyan olmaz

İzmir’in Büyükçiğli Mezarlığı'nda dün gece yaşanan üzücü olay, pek çok insanı derinden etkiledi. Bir şehidimizin mezarı da dahil, 39 mezarın tahrip edilmesi, sadece orada yatanların ailelerinin değil, tüm toplumun yüreklerinde derin bir acı bıraktı. Ancak, bu kez mezarları tahrip edilen acılı ailelerin yüreklerine su serpen bir bürokrat vardı; Mezarlıklar Daire Başkanı Ali Kemal Elitaş.

Bundan önceki yıllarda benzer olaylarla karşılaşmış ve taleplerimi Büyükşehir Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü’ne iletmiştim. Doğançay Mezarlığı'nda yatan bir yakınımın mezarının tahrip edilmesinden sonra Mobese kameralarının mezarlıklara yerleştirilmesi gerektiğini ve güvenliğin artırılması gerektiğini dile getirmiş, bununla ilgili bir talepte bulunmuştum. Ancak, dönemim Mezarlıklar Müdürü, sorun karşısında yeterli sorumluluğu almak yerine, hiç oralı bile olmadı. 6 ay içinde aynı mezar bir daha tahrip edilince, bu sefer müdürlük hakkında kabirleri koruyamadığı için şikayetçi olmuş, dönemin müdürü yine sorunu önemsememiş ve  “bizim sorumluluğumuz yok” diyerek olaydan sıyrılmıştı. Mezarlıktaki kabirleri korumak artık hangi birimin sorumluluğundaysa...

Dün gece ilgisiz bürokratların halının altına süpürdüğü sorunlar ve görmezden geldiğini uyarılar, bir toplumun ciğerlerinin yanmasına sebep oldu. Büyükçiğli Mezarlığı'nda kendini bilmez alçaklar, güvenlik tedbiri olmayan mezarlığa elini kolunu sallayarak girip, şehidimiz de dahil 39 kişinin mezarlarını paramparça ettiler. Ancak, bu sefer Mezarlıklar Müdürü Ali Kemal Elitaş , yaşanan tahribatın hemen ardından olay yerine hızlıca intikal etti. Çalışanlarını yönlendirerek, tahrip edilen mezarları kısa sürede onarmaya başladılar. Ali Kemal Elitaş’ın bu hızlı müdahalesi aynı zamanda acılı ailelere bir nebze olsun huzur ve güven verdi.

Elitaş, olayın sorumlulularının yakalanması için takipte kalmakla yetinmedi, aynı zamanda mezarlıklara güvenlik kameralarının yerleştirilmesi için girişimlerde bulunarak, ilerleyen dönemlerde benzer olayların tekrar yaşanmaması için çözüm yaratmaya çalışıyor. Çok sevdiğim bir söz var; "Ehline düşmeyen ziyan olur; can da, inci mercan da" diye. Ben bakınca Cemil Tugay'ın Mezarlıklar Daire Başkanlığı'nı ehline teslim ettiğini görüyorum. Umarım Elitaş'ın sorumlu bürotkrat tavrı, İzmir'de bir daha böyle olayların yaşanmasının önüne geçer.

 

Devamı
Zaman Onur Emrah Yıldız’ı Haklı Çıkardı

Ege Denizi’nden gelen o sarsıcı titreşimler ve son bir hafta içinde  gerçekleşen 500’ün üzerinde deprem hayatımızı yeniden sorgulamaya itti. Bu deprem dalgası, yalnızca Ege Bölgesi’ni değil, tüm Türkiye’yi derinden sarstı. Uzmanların açıklamaları toplumsal paniği tetiklerken, insanların gece yatarken akıllarındaki tek soru şuydu: “Ya uykudayken depreme yakalanırsak?”… Birçoğu, bir sabah kalktığında evlerinin ayakta kalıp kalmayacağını, ertesi gün tekrar uyanıp uyanamayacağını düşünüyordu. Sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan “deprem bir meselesidir” açıklaması yaptı. “Şehirlerimizi dayanıklı şehirler hale getirmekten başka meselemiz bulunmuyor” diye de ilave etti. Hemen ertesi gün Ege Bölgesi’ndeki büyükşehirlerin belediye başkanları ortak bir toplantı düzenleyip acil eylem planı açıkladılar.

Deprem, hemen yanı başımızda oluşan 500 küsur sarsıntıdan sonra gündemimize girdi ama, Çiğli Belediye Başkanı Onur Emrah Yıldız 1 yıldır, her yerde  “Benim önceliğim deprem,” diye haykırıyordu. Hatta adaylığının açıklandığı ilk gün bile…  Daha koltuğa oturur oturmaz boğazına yapışan vergi ve SGK borçlarına rağmen,  Çiğli’deki en riskli bölgelerdeki kentsel dönüşüm çalışmalarını hızlandırmak, halka güvenli yaşan alanları kazandırmak için adımlar atmaya başladı. Ancak, bu hikaye sadece bir liderin sözlerini yerine getirmesinin ötesinde, bir şehrin geleceğine dokunma çabasıydı.

Çiğli’deki Dağ Mahallesi’nde, mahalle sakinleriyle bir araya gelip, “Burada kentsel dönüşüm yapılacak.” kararı aldı. Ne maddi imkanları fazlaydı, ne de ortam çok elverişliydi. Ama halkın güvenliği, her şeyden daha değerliydi. “Burada yaşamaya devam eden insanlarımızın mağduriyetini önleyelim, ve hak kaybı yaşamasınlar” diyerek TOKİ ile görüşmelere başladı. Şimdi TOKİ’den cevap bekleniyor. Dağ Mahallesi için çağdaş ve güvenilir bir yaşam alanı için geri sayım başladı.

Sonrasında Köyiçi, Güzeltepe, Ataşehir… Her biri, Yıldız’ın gözünde farklı bir öncelikti. Her biri, farklı bir hayalinin parçasıydı. Seçim mitinglerinde, “Kentsel dönüşümün aciliyeti”ni defalarca dile getirirken, o cümlelerin arkasında, halkına ve kentine duyduğu derin sevgi vardı. Kentsel dönüşüm, yalnızca binaların yenilenmesi değil, güvenliğin, umudun ve yeni bir yaşamın temellerinin atılmasıydı onun için.

Geçtiğimiz gün Çiğli Belediye Meclisi’nde sitemini tekrarladı; “Kasaplar Meydanı’nda yürürken bir çok soruyla karşılaşıyorum ama kimse bana depremle ilgili tek soru sormuyor” diye ve Köyiçi, Güzeltepe ve Ataşehir mahallelerindeki projeleri hayata geçireceğini tekrarladı. O elbette 250 Bin nüfuslu bir ilçede bir çok sorunun çözümüne kafa yoruyordu ama depreme dayanıklı bir Çiğli yaratma düşüncesi her şeyden önce geliyordu. Çünkü o 2 yıl önce 5-6 Şubat depremlerinde karşılaştığı manzarayla, çocuğukluğunu, gençliğini geçirdiği sokaklarda karşılaşmak istemiyordu.

Bugün, kamuoyundaki hareketliliğe bakılırsa, Yıldız’ın sorunları nasıl doğru tespit ettiğini ve ne kadar mahir bir şekilde çözüm ürettiğini gösterdiğini görebilirsiniz. Tüm Türkiye, depremin tehdidi altında kalırken, Onur Emrah Yıldız bu tehditleri yıllardır “felaketlere hazırlıklı olmalıyız” diyerek Çiğli halkına anlatmaya devam ediyordu. Şimdi, herkes konuşuyor, herkes çözüm arıyor. Ama Onur Emrah Yıldız, 1 yıldır önemli adımlar atıyor.

Sonuç olarak, Onur Emrah Yıldız, popülist söylemler yerine halkının güvenliğini ve huzurunu ön planda tutarak, kısa vadeli kazançlar peşinde koşmak yerine uzun vadeli çözüm odaklı bir yaklaşım benimsiyor ve, Çiğli’nin geleceğini sağlam temeller üzerine inşa etmeye çalışıyor. Zaman Başkan Yıldız’ı haklı çıkardı ama hayallerini gerçekleştirme fırsatı da sunar diye umut ediyorum. Bu hepimizin yararına olur.

Devamı
Sorumluluğunun Bilincinde Bir Siyasetçi Varsa, Çözüm İmkansız Değil

İzmir’de toplu ulaşım sorunlarından bıkmış bir vatandaşın hikayesini dinlemek ister misiniz? Eğer beni sosyal medyadan takip ediyorsanız, ya da yazılarımı okuyorsanız özellikle 329 ve 429 no’lu otobüs hatlarında yaşanan sefer aksamalarına dair sesimi duyurma çabalarımı zaten bilirsiniz. Yaklaşık 6 yıldır bu sorunu ESHOT’a anlatmaya çalışıyorum.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Hemşehri İletişim Merkezi’ne (HİM) ESHOT’La yaptığım başvuruların sayısını bir bilseniz! Şikayetlerimin çıktısını alıp uç uca sıralasam, buradan köye yol olurdu abartısız bir şekilde. Ama maalesef HİM’in cevapları hep aynıydı: “araç arızası nedeniyle…” ya da “trafikte yaşanan bir aksamadan dolayı” gibi birbirinin aynısı kopyala-yapıştır cevaplar… Neden hemen her gün bize gönderilen araçlar arızalanıyordu? Ya da trafikte bir aksama varsa biz diğer otobüsle indiğimizde neden görmüyorduk?

Geçtiğimiz dönem zaten İzmir genelinde belediye başkanları için “Lale Devri” diyebileceğim bir dönemden geçtik. Kim duyardı vatandaşın sesini? Kim dert ederdi halkın ulaşım sorununu? Daha kolaydı bir “Çav Bella” çalıp, bir Fransızca tweet atıp ve çözülemeyen sorunlar için “Hükümetten destek bulamıyoruz” bahanesine sığınmak. Ama madem siz CHP’li belediye olduğunuz için hükümetten destek alamıyorsunuz, neden hizmet üretebilen sizin gibi CHP’li Ankara, İstanbul ve Eskişehir belediyelerini görmezden geliyorsunuz? Demek ki sorun siyasi engellerde değil, mesele vatandaşa dönüp bakabilmekte.

En acısı, bu sorunu ESHOT’a iletmesi için dönemin Çiğli Belediye Başkanı Utku Gümrükçü’ye ulaşmayı denediğimizde oldu. Cevap beklerken tehditle karşılaştık. “Ben aktarma müdürü müyüm? Toplu ulaşım sorunu benim işim mi?” diyordu. Sanki Büyükşehir Meclis üyesi seçilenler sadece keyif için büyükşehir meclisinde çay içip sohbet etmek için seçilmiş gibi… Vatandaşın meselelerini oraya taşımak zaman kaybıydı belli ki Gümrükçü için.

İşte bu köşeye yazmak için bana ilham olan kişi ise AK Parti Büyükşehir Meclis Üyesi ve aynı zamanda Çiğli Meclis Üyesi olan Özgür Kaner oldu. Onu bu dönem daha yakından tanıma fırsatım oldu. Meclisteki oturumlarda çözüm yollarında ne kadar yapıcı olduğunu fark etmem beni umutlandırmıştı.

329 ve 429 no’lu otobüslerdeki sefer aksamalarına dair şikayetlerimle ilgili olarak kendisiyle iletişime geçtim. Sağ olsun, konuyla ilgileneceğini söyledi. O gün mecliste bulunan gazeteci arkadaşlar, “Özgür Kaner senin şikayetinle ilgili ESHOT Genel Müdürüyle konuşuyor,” dediklerinde, nihayet yaşadığımız mahallenin sorunuyla ilgilenen bir siyasetçi bulduğumuz için çok sevinmiştim.

Kısa bir süre sonra günlük sefer sayıları birer sefer arttırıldı. ESHOT Genel Müdürü de 2025 yılında filoya eklenecek yeni araçlarla beraber, Güzeltepe ve Şirintepe Mahallesi’ne çalışan araç filosunun da gençleştirileceği ve sefer sayısının artırılacağı sözünü vermiş.

6 yıldır çözülemeyen bir sorun, doğru bir muhatap ve görevinin sorumluluğunun bilincinde olan bir siyasetçi bulunduğunda çözüm yoluna girebiliyormuş demek ki. Öyle tehdit etmeye, “ben aktarma müdürü müyüm” diye bahane üretmeye gerek yokmuş. Burdan AK Parti Çiğli Meclis üyesi Özgür Kaner’e bir mahallenin kronikleşmiş sorununa karşı duyarlı davrandığı ve konunun takipçisi olduğu için teşekkür ederim. Ve bir teşekkür de çiçeği burnunda ESHOT Genel Müdürü Övünç Özgen’e; Yıllardır şikayetler geçiştirildiği için, şikayet konusunda Büyükşehir Belediyesi’nin lider birimi konumuna gelen ESHOT’ta sorunlara hassasiyetle eğildiği için… Umarım kendisi döneminde ESHOT bu konudaki liderliğini de devreder.

Sevgiyle…

Devamı
Sönmez Bir Meşaledir Öğretmen

Bugün Öğretmenler Günü.
Öğretmenlik, yalnızca sınıfta bilgi aktarmakla sınırlı olmayan; bireylerin hayata bakış açılarını değiştiren, onları düşünmeye, sorgulamaya ve yeni yollar keşfetmeye teşvik eden bir meslektir.

Öğretmenler, geleceğin mimarlarıdır; bir öğrenciye sadece bir ders değil, bir ömür boyu sürecek bir bakış açısı kazandırabilirler. Bugünü sıradan bir gün olarak değil, bunun bilinciyle kutlamamız gerektiğine inanıyorum.

Bu duygularla benim için çok değerli olan bir öğretmenimi anmak ama öncelikle çocukluk dönemimizin mahalle ortamından bahsetmek istiyorum;

Yıl 1990’ların ortaları…

Ailelerin 1966 Varto Depremi'nden sonra Varto ve Hınıs'tan gelip yerleştiği, her ne kadar İzmir'in içinde olsa da sosyo-kültürel anlamda İzmir'le pak alakası olmayan, hala Varto ve Hınıs'taymışız hissi yaratan Çiğli'nin Güzeltepe mahallesinde yaşıyoruz. Ortaokula kadar da mahallemizin dışına pek çıkmamışız. Dış dünyaya dair bildiklerimiz, çoğunlukla karıncalı televizyon ekranlarından gördüğümüz kadarıyla sınırlı. Tek etkinliğimiz sokakta oynadığımız oyunlar. Evde televizyon var ama, büyükler sabah akşam haber bültenlerini izlediği için o da keyifli bir aktivite olmaktan çok uzakta. Ne tiyatro biliyoruz, ne konser... 

Dedim ya İzmir'de ikamet ediyoruz ama Hınıs ve Varto'yu yaşıyoruz diye... Yaşadıklarımızı anlamaya, daha yeni yeni yaşken eğilmeye başladığımız o günlerde, tanıştığımız ilk modern insandı öğretmen. Kibar konuşan, modern giyinen, bakış açılarındaki farklılığı o yaşlarda bile sezebildiğimiz, harika bir rol modellerdi bizim için. Abarttığımı düşünebilirsiniz ama benim için karanlığın üzerine doğan bir güneş gibilerdi.

Öğretmenlerim konusunda da hep çok şanslı olmuşumdur, çok harika öğretmenlere denk gelmişimdir ama bir öğretmenin ufak bir çabasının neleri değiştirebileceğini anlatma adına ortaokul Türkçe öğretmenimiz Hasan Bulut'tan bahsetmek istiyorum size;

Güzeltepe İlköğretim Okulu'nda 7. sınıfa giderken, Hasan Hocam, sınıfta bir duyuru yaptı: “Hafta sonu sizi sinemaya, Eşkıya’ filmini izlemeye götüreceğim” dedi.  Heyecanlandım ama bir o kadar da tedirgin oldum. Eşkıya filmine dair haberleri o dönem haber bültenlerinde görüyorduk ama sinema, bilmediğimiz bir ortamdı ve tanımadığım alanlara adım atma konusunda çekingen bir çocuktum. O gün korkuma yenik düşüp, bir bahane bulup Eşkıya'yı izlemeye  gitmedim. Ancak içimde bir boşluk oluştu; sinema ortamını ve o deneyimi çok merak etmiştim.

Bir süre sonra, bir bayram günü biriktirdiğim harçlıklarla Karşıyaka Deniz Sineması’na gitmeye karar verdim. Gösterimde yine Eşkıya vardı. Işıklar söndü, perdeye yansıyan ilk görüntü Fırat Nehri’nin mavi suları ve  ardından Erkan Oğur’un dokunaklı sesiyle söylediği “Şu Fırat’ın suyu akar serindir…” O anın büyüsü, sinema salonunun atmosferi beni derinden etkiledi. Ama en önemlisi, o gün sinema okumaya ve bu büyülü dünyanın bir parçası olmaya karar verdim.

Bugün dönüp baktığımda, sinemacı olamasam da, ailesiyle geçireceği bir hafta sonunu öğrencilerini sinemayla tanıştırmak için harcayan, öğretmenliği dört duvarlı okul binasıyla sınırlı görmeden eğitimi okul binası dışına taşıyan, bu vesileyle de bana ilham olup,  Radyo TV Sinema bölümünü hedefleyip okumamda Hasan Hocam’ın ufkumu açan rehberliğini görüyorum. O, sadece bir Türkçe öğretmeni değil, hayal dünyamı genişleten ve beni bilinmeyene cesaretle adım atmaya teşvik eden bir ilham kaynağıydı. Ben kendi hikayemin sonunda sonunda  sinemacı olamasam da, kim bilir hangi öğrenciler Hasan Bulut ve onun gibi idealist öğretmenlerden ne ilhamlar aldı ve dezavantajlı yaşamlardan başarıya koşan ne hikayeler yazdı...

Uzun lafın kısası, öğretmenler, bazen bir sözle, bir tavırla, hatta küçük bir jestle bir çocuğun tüm hayatını değiştirebilir. Bu yüzden Öğretmenler Günü'nü bu bilinçle kutlamak gerektiğine inanıyorum. Nesillerimizi, geleceğimizi ve yaşamımızı şekillendiren öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun.

Devamı
Bitmeyen Döner, Kebap Festivalleri

Ülkemizde festivaller, yerel ürünlerin tanıtılması ve kültürel değerlerin yaşatılması açısından önemli birer araç. Ancak son yıllarda bu festivallerin isimlerinin hakkını vermediğini görüyoruz. Neredeyse her ilçede gerçekleşen festivallerin ana temasından uzak görünüm sergilemesi, festival alanına girişte önce sizi ızgara dumanının karşılaması, ana ürünün yerine çoğunlukla döner, kebap ve gözleme gibi yiyeceklerle dolup taşması katılımcıların festivallere olan ilgisinin azalmasına neden oluyor. İnsanlar bir yerden sonra adı farklı döner, kebap ve gözleme festivallerine katılıp aynı şeyleri görmek istemiyorlar.

Bir festivalin ruhunu yansıtan ana ürünlerin, organizasyonda yeterince yer bulamaması üzücü elbette. Enginar Festivali’nde birkaç tezgahta enginar bulundurmaktan öte, gözleme ve döner tezgahlarının sayısının fazlalığı, etkinliğin asıl amacını gölgede bırakıyor. Elbette ki, festivalde farklı lezzetlerin de yer alması kaçınılmaz; ancak ana ürün olan enginarın önemini vurgulayan yaratıcı alternatifler sunulması, festivale daha fazla anlam katabilir. Örneğin, enginarlı gözlemeler ya da enginarlı ev yemekleri, ziyaretçilere hem lezzetli bir deneyim sunar hem de festivalin temasını pekiştirir.

Çilek Festivali’nde de benzer bir durum söz konusu. Çilekten yapılan çeşitli ürünler tanıtılabilecekken, bu festivaller genelde sadece ham meyvenin satıldığı bir pazar alanına dönüşüyor. Çilekli kekler, limonatalar, pastalar ya da hatta çilek kolonyası gibi yaratıcı ürünler, festivalin coşkusunu artırıracakken, ziyaretçilerin de ilgisini çekebilir. Ama maalesef bizim festivallerimizde bu çeşitliliği göremiyoruz. Bu örnekleri festivallerin temasına göre çoğaltabiliriz.

Bu noktada, festivallerin genelinin organizatörleri olan belediyelere büyük bir sorumluluk düşüyor. Yerel ürünleri ön plana çıkarmak, festivalin gerçek amacını yaşatmak adına büyük bir adım olacaktır. Bu hem o ilçenin adının daha çok duyulmasına hem de daha çok ziyaret edilmesine katkı sağlayacaktır. Eğer belediyeler festival adı altında organize ettiği etkinliklerde, organizasyonun adını taşıyan ürünlerin özünü yansıtmazsa yıllarda sonraki yıllarda ziyaretçi çekmekte zorlanabilir.  Onca emek de heba olur gider. Yerel ürünlerin gerçek anlamda ön plana çıkarıldığı, kültürel zenginliğimizin sergilendiği festivaller, hem katılımcılar hem de organizatörler için tatmin edici bir deneyim sunacaktır.

 

Devamı
Sandıktan Çıkan İlahlar

Her seçim dönemi, toplum olarak kendimizi bir labirentin içinde buluruz; bu labirentin içinde ise en sıkı sıkıya bağlı olduğumuz kavramlardan biri, seçim yapma özgürlüğüdür. Oylarımızla belirlediğimiz kişiler, toplumun çeşitli kesimlerinden gelen vaatlerin ve söylemlerin temsilcisi olarak önümüze çıkar. Ancak, seçimlerin ardından yaşanan süreç, çoğu zaman mazbata sahibi kişilerin kendilerini adeta bir ilah gibi görmelerine yol açacak şekilde gelişiyor.

Seçimlerden hemen sonra, seçilenler üzerinde oluşan bu mistik ve genellikle abartılı hayranlık, hem toplumsal hem de bireysel düzeyde ciddi sonuçlar doğurabiliyor. Seçmenler, oy verdikleri kişileri yere göğe sığdıramaz hale gelirken, adeta bir kült yaratma çabasına giriyorlar. Sosyal medyada en basitinden bir asfalt yamalama paylaşımının altına bile “harikasın. mükemmelsin, sen tanrının bir lütfusun” gibi yorumlar, seçilmişin etrafındaki dalkavuk kitlenin de cilalamasıyla bir “putlaştırma” ve “ululaştırma” harekatına dönüşüyor. Bunun sonucu olarak seçilmişlerde ego patlamasına ve kişiliklerinde derin bozulmalara yol açabiliyor.

Seçilmiş kişi, çevresindeki bu aşırı hayranlık ve övgüler sayesinde kendini sürekli olarak büyük bir varlık olarak görmeye başlıyor. El pençe divan durma, elleri sıkanlar arasında birbirinin önüne geçme yarışı, bu kişilerin kendilerini merkezde görmelerine ve kendi görüş ve isteklerinin kutsal bir emir olduğuna inanmalarına neden oluyor.

Artık toplumsal değerlerden, gerçeklikten ve eleştiriden uzaklaşmış bir birey haline gelen seçilmişler ve kendi etrafında oluşturduğu ‘kutsallık’ havası, onları her türlü sorumluluktan muaf kılma, her eleştiriyi ise bir tür ihanet olarak algılama gibi düşünsel bozukluklara sürüklüyor. Bu durum, sadece seçilmiş kişinin kişisel gelişimini değil, aynı zamanda toplumun genel işleyişini de olumsuz etkiliyor; hizmetler aksıyor, talepler önemsenmiyor, eleştirenlere “hain, terörist, karşı partili” damgaları vurularak aslında ortada bir eksiklik olmadığı, eleştiriyi yapan insanların böyle bir algı yarattığı düşüncesini pompalıyorlar.

Peki çare ne?
Çara eleştiri yapmaktan vazgeçmemek. Aman parti zarar görür, aman karşı parti güç kazanır kaygısı gütmeden, eleştirinin de bir ihanet değil; temel bir hak olduğunu unutmadan, hizmet için seçtiğimiz kişilerin yanlışlarını ve eksikliklerini eleştirmek… Asilin ve vekilin kim olduğunu onlara sürekli hatırlatmak.Bizim onlara değil, onların bize muhtaç olduğunun bilincinde olarak; hem onların gerçeklikten kopmalarını engellemek, hem de bir faniden bir ilaha giden yolda önlerini kesmek. Bizi “ben yaptım oldu” zorbalığından da, lağım çukuruna dönmüş yerleşim yerlerinden de, köstebek yuvası yollardan da kurtaracak olan budur.

Devamı